28 Ekim 2021 Perşembe

GEZEGEN METAFORU-YAŞAMA SEVİNCİ ÜZERİNE

            

              Görsel: HBO MAX

        Uyandım. Bazen öyle huzurlu uyuyorum ki sabah uyanmayı pek istemiyorum. Hayır, asla bir ölmek arzusundan doğmuyor bu isteksizlik. Gördüğüm rüya çok ilgi çekici oluyor. Devamında ne olacağını hiçbir şekilde bilememek beni çılgına çeviriyor. Sürükleyici bir romanın tek baskısının kaç sayfadan ibaret olduğunu bilmediğiniz son sayfalarının paramparça olması gibi bir duruma benzetiyorum bu hâli. Bazen de uyandığımda kendimi bulduğum hâlim beni mutlu ediyor. Huzurlu uyumuş ve uyanmış vaziyette olmak, uykunun neden bölündüğü sorusunu aklıma getiriyor. Rüyalar ile bağlantılı bir metafor işleyeceğim bugün. Tam da yukarıda reddettiğim, yaşama karşı isteksizlik konusu ile bağdaştıracağım.

        Rüyalarımız nasıldır ? Renkli, bazen karanlık. Neşeli iken bazen korkunç. Bizi kovalayan ve bilinçaltımızda çok ince bir örtüyle gizlenen sayısız korkunç yaratık. Bu yaratıklar bazen yaşamımızda karşılaştığımız insanlar olurken bazen gerçekten de filmlerde denk geldiğimiz tek gözlü-çok kollu canavarlar. Bazen en çok gitmek istediğimiz yerde, en çok yapmak istediğimiz şeyi yapıyorken buluyoruz kendimizi. Dokunduğumuz nesnelerin yumuşaklığı-sertliği, kıvamı, köşeleri hissedilebiliyor. Rüyamızda bulunduğumuz ortamın kokusu burnumuza geliyor. Bu kadar etkileyici bir şey. Rüyalarımız böyledir ama her şeyden önce onları bir kelime ile daha tanımlayabiliriz: ‘’bilinmezdirler’’. Gerçekten de bilinmezler, rüyamızın geçtiği bir yeşil bahçenin duvarlarının ardında ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Hatta bazen özgürce hareket edebildiğimiz ‘’lucid rüya’’ olarak tabir edilen türlerinde ilk yapmak istediğimiz şey bu bilinmez köşeleri keşfetmek, etrafta tanımadığımızı düşündüğümüz ama beynimizin doğurduğu insanları tanımaya çalışmaktır. Yani rüyalarımızda bile bilinmez olana ulaşmak güdüsüyle hareket ediyorsak, merak çok ilkel ve doğal bir dürtüdür diyebiliriz.

        Rüya bizi bilinmez yerlere götürüyor. Evren çok büyük, bilmediğimiz başka neler var? En iyi nereyi biliyoruz yahut bildiğimizi düşünüyoruz? Doğduğumuz, yaşadığımız yeri. Şehir olarak ve ülke olarak da öyle. Gezegen bazında en iyi bildiğimizi düşündüğümüz yer Dünya. Şimdi düşünelim: Tebrikler! Dünya dışında yaşamın olduğu gezegenler ile ilgilenen bir uzay ajansı sizi şahsiyetinizden ve fiziksel özelliklerinizden mütevellit değerlendirilmeye kadir buldu ve Dünya’ya çok benzeyen, halihazırda yüzeyinde karbon temelli yaşamın olduğu bilinen ‘’X’’ gezegenine gönderilmenize karar verdi. Bu gezegen tıpkı Dünya gibi yeşil bitki örtüsüne, çöllere, dağlara, nehirlere, ovalara, mağaralara ve Dünya’dakine benzer canlılara sahip. ‘’Uzun’’ bir yolculuğun ardından ‘’X’’ gezegenine vardınız. Uzay aracınızdan indiniz ve yere bastınız. Hissiyatı çok tanıdık, burası anavatanınız Dünya’ya çok benziyor. Yardımcı bir araca ihtiyaç duymadan nefes alabiliyorsunuz. İlk ne yaparsınız? Evet, daha sonra? Ben söylediklerinizi duyar gibiyim. Şöyle izah edeyim:

1-Etrafı keşfetmeye çalışırsınız.

2-Bulduğunuz ilgi çekici nesneleri incelemekle zaman geçirirsiniz.

3-Gördüğünüz ‘’zararsız’’ canlıları incelemeye çalışırsınız.

4-Toprağı incelersiniz, bitkileri, nelerin yetiştiğini.

5-Yerinizi işaretlersiniz, kaybolmayacağınız biçimde artık bir yolculuğa çıkarsınız.

6-Uzun yolculuk sonrasında keşiflerinizi değerlendirirsiniz.

7-Ve bir şey fark edersiniz: Tüm ömrünüzü de tüketseniz ‘’X’’ gezegeniyle ilgili bilgilerin tamamına sahip olamazsınız.

8-Bu farkındalığın sonrasında bir geçmiş bilgi külliyatı olması gerektiği kanısına varırsınız.

9-Bu bilgi külliyatını da kendinize benzeyen bir canlı grubunun oluşturmuş bulunacağını öngörürsünüz.

10-Gelişmişlik seviyesi olarak ve biyolojik yönden insana benzer bir canlı aramaya girişirsiniz.

11-Bu canlı türünü bulabilirseniz büyük şaşkınlık içerisinde onlarla tanışmaya çalışırsınız. İnsana benzer bu türe ‘’Y’’ türü diyelim. Kendinizden yoğun bilgi aktarırken onlardan da yoğun bilgi alırsınız.

12-Bunun ardından tekrardan bir farkındalık durumu oluşur: ‘’Y’’ türünün oluşumu ve yayılımı için geçen süreyi hesap ettiğinizde, bu gezegendeki ‘’Y’’ türünün tüm bireyleri ile asla tanışamayacağınızı, bunun, türdeki bireylerin sayısının astronomik düzeyde olmasından kaynaklandığını anlarsınız.

13-Bu durum sizi ‘’doğal’’ sınırlarınız içerisinde bu ‘’Y’’ türünden ilgi alanı, karakter uyumu gibi kriterleri göz önüne alarak tanışabildiğiniz kadar çokçasıyla tanışmaya sevk eder.

14-Yine Y türünün X gezegeninde inşa ettiği bütün yapıları göremeyeceğinizi, yazdığı bütün eserleri okuyamayacağınızı, resmettiği bütün tabloları inceleyemeyeceğinizi fark edersiniz dolayısıyla bütün bunlardan da görmeye, okumaya değer olanları keşfetmeye ve raporlamaya başlarsınız.

15-Bu aşamalarda yapmaya karar verdiğiniz işleri yapmanız ortalama 70 ila 100 yıl arasında seyreden insan ömrünü tamamen doldurmaya yeter, bir de bakarsınız ki ölüm döşeğindesiniz. Ölümün mutlak korkusu sizi ele geçirse de fazla müteessir olmazsınız çünkü elde ettiğiniz bilgi kümülatif şekilde sizden sonraki Y türü kuşağına ve Dünya’daki insan kuşağına miras olarak aktarılacaktır.

        Bütün bu anlatılanları nasıl bir ruh hali içinde yerine getirirsiniz? Çok heyecanlı değil mi? Yepyeni bir gezegen, hiç görmediğiniz türden ‘’insansılar’’, görmediğiniz türden bitkiler, canlılar. İlginç mimari yapılar, ilk defa gördüğümüz bir akıllı türün yaşam biçimine şahit olmak… Bunlar şüphesiz hepimizi çok etkileyecektir. Yani hiç bilmediğiniz bir gezegene ayak basıyorsunuz ve içerisinde sosyal, biyolojik birçok farklı sistem ve düzen barındırıyor.

               Pekala, bu aşamada bir soru sormak istiyorum:

               Kaç yaşındasınız? 20 mi ? 45? 67? 12?

        Bir tane seçelim. 20 yaşındasınız diyelim. Bunun ne anlama geldiğinin farkında mısınız? Siz zaten tam 20 yıl önce hiç bilmediğiniz bir gezegene gönderildiniz. İçinde hiç bilmediğiniz bir tür var, size benziyor. Bu tür biyolojik ve sosyal ilişkilere sahip. Akıl sahibi. Bunun yanında milyonlarca farklı canlı türü bulunuyor. Bu gezegende yapılmış her binaya girmek isteseniz ömrünüzün binyıllar sürmesi gerekiyor. Yazılan her eseri okumanızın imkanı yok. Kümülatif bir derya deniz. 25 yaşındaysanız 25 yıl önce, 50 yaşındaysanız 50 yıl önce, 67 yaşındaysanız 67 yıl önce sizler ne olduğunu pek idrak edemediğimiz bir varsayımsal ‘’uzay ajansı’’ tarafından hiç bilmediğiniz bir gezegene, Dünya'ya doğru uzay yolculuğuna sevk edildiniz ve bu yolculuk başarıya ulaştı. Ne büyüleyici şey ama! Peki, neden daha sonra bu yolculuğun üzerine yapılacak bir farklı yolculuk sonucu varacağımız ‘’X’’ gezegeni bize inanılmaz bir yaşama sevinci ile merak sunuyor da zaten yine bir metaforik yolculuk ile vardığımız Dünya bize kısıtlı düzeyde yaşama sevinci sunabiliyor? Bu soruya birçok cevap düşünülebilir ama iki durum arasında ‘’insan türü’’ olarak topluca düştüğümüz çelişkiyi anlayabilmişsinizdir. Esasında içimizde var olan merak dürtümüzü çalıştırmamız, keşfetmeye başlamamız, duraksadıysak devam etmemiz ve bilim&sanat&tecrübe külliyatına yenilerini eklememiz gerekirdi ancak çoğumuz hayatın dertlerinden bunalmış, işten/okuldan gelmiş, bulduğumuz en yakın koltuğa çökmüş ve hiçbir şey yapmıyor halde bulunuyoruz. Üzülmemiz gereken de çok şey var elbet ancak ters giden maddi aksilikler bizlere yıllar önce bu gezegene yaptığımız yolculuğu ve keşif dürtümüzü unutturuyor. Unutturmamalı. Nasıl ki şimdi ‘’X’’ gezegenine ayak bastığımızda heyecan duyacaksak aynı heyecanı evimizden dışarıya adımımızı attığımızda da duymalıyız. Y türünü bizler için ikame eden insanları tanımak heyecan verici olmalı. Her zaman dostluklarımız, beraberliklerimiz için kriterler olacak ancak keşif hiçbir zaman bitmeyecek.

     Belki aranızda ‘’Çok varsayımsal, çok metafiziksel öğelere dayanıyorsun.’’ diyenler olacak. Varsayımsal kısmı doğru olabilir. Bu zaten bir metafor ancak metafiziksel öğelere dayanmıyorum. Dayandığım olgu ve öğeler duygularımız ve bundan kaynaklanan durumlar. Hormonlarımızla, kimyasal reaksiyonlarla oluşan karakterimizden, duygularımızdan bahsediyorum. Olguların bizim tabiatımıza uygunluğunu belirleyen ve ölçen yegane öğe olan duygularımızdan. Nitekim Spinoza da ‘’Birisini öldürmek neden kötüdür?’’ sorusuna yönelik, bu eylemin insanda yarattığı duygulanımın keder üzerine oluşuna işaret etmiştir.[1] Son derece biyolojik.

         Egzistansiyalizmden, Stoacı felsefeden ve görüşlerden, Emil Cioran’dan etkilenerek kurduğum bu metaforu bireysel yaşamımda bir hayat felsefesi olarak uygulamaya çalışıyorum. Umarım iyi bir beyin fırtınası yapmışızdır. Konuyla ilgili eklemek istediklerinizi, metafor ile ilgili tartışmak istediklerinizi, fikir ve görüşlerinizi yorumlara bekliyorum. Keyifli günler.



[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZADB6XUrPEM

4 yorum:

  1. Yazınız panteizme dair bir ön kabul ile yazılmış görünüyor böyle bir eleştiri getirebilirim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Elbette metaforumuz Spinoza'dan destek alıyor ancak ''ön kabul'' şeklinde değerlendirmiyorum bu durumu. Eleştiriniz için teşekkür ederim.

      Sil

TÜRKİYE BİR AN İÇİN BİLE LAİK OLMADI: HAMAS-İSRAİL SAVAŞI, GAZZE VE SEKÜLER TÜRK MİLLİYETÇİLERİ

Türkiye'de inançsız insan yok. Türkiye tek bir saat için bile laik olamadı zira Allah'a tapılmasını istemeyenler kendi tanrılarına t...