Görsel: HBO MAX Uyandım. Bazen öyle huzurlu
uyuyorum ki sabah uyanmayı pek istemiyorum. Hayır, asla bir ölmek arzusundan
doğmuyor bu isteksizlik. Gördüğüm rüya çok ilgi çekici oluyor. Devamında ne
olacağını hiçbir şekilde bilememek beni çılgına çeviriyor. Sürükleyici bir
romanın tek baskısının kaç sayfadan ibaret olduğunu bilmediğiniz son sayfalarının
paramparça olması gibi bir duruma benzetiyorum bu hâli. Bazen de uyandığımda
kendimi bulduğum hâlim beni mutlu ediyor. Huzurlu uyumuş ve uyanmış vaziyette
olmak, uykunun neden bölündüğü sorusunu aklıma getiriyor. Rüyalar ile bağlantılı
bir metafor işleyeceğim bugün. Tam da yukarıda reddettiğim, yaşama karşı
isteksizlik konusu ile bağdaştıracağım.
Rüyalarımız
nasıldır ? Renkli, bazen karanlık. Neşeli iken bazen korkunç. Bizi kovalayan ve
bilinçaltımızda çok ince bir örtüyle gizlenen sayısız korkunç yaratık. Bu yaratıklar
bazen yaşamımızda karşılaştığımız insanlar olurken bazen gerçekten de filmlerde
denk geldiğimiz tek gözlü-çok kollu canavarlar. Bazen en çok gitmek istediğimiz
yerde, en çok yapmak istediğimiz şeyi yapıyorken buluyoruz kendimizi. Dokunduğumuz
nesnelerin yumuşaklığı-sertliği, kıvamı, köşeleri hissedilebiliyor. Rüyamızda
bulunduğumuz ortamın kokusu burnumuza geliyor. Bu kadar etkileyici bir şey. Rüyalarımız
böyledir ama her şeyden önce onları bir kelime ile daha tanımlayabiliriz: ‘’bilinmezdirler’’.
Gerçekten de bilinmezler, rüyamızın geçtiği bir yeşil bahçenin duvarlarının
ardında ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Hatta bazen özgürce hareket
edebildiğimiz ‘’lucid rüya’’ olarak tabir edilen türlerinde ilk yapmak
istediğimiz şey bu bilinmez köşeleri keşfetmek, etrafta tanımadığımızı düşündüğümüz
ama beynimizin doğurduğu insanları tanımaya çalışmaktır. Yani rüyalarımızda bile
bilinmez olana ulaşmak güdüsüyle hareket ediyorsak, merak çok ilkel ve doğal
bir dürtüdür diyebiliriz.
Rüya
bizi bilinmez yerlere götürüyor. Evren çok büyük, bilmediğimiz başka neler var?
En iyi nereyi biliyoruz yahut bildiğimizi düşünüyoruz? Doğduğumuz, yaşadığımız
yeri. Şehir olarak ve ülke olarak da öyle. Gezegen bazında en iyi bildiğimizi
düşündüğümüz yer Dünya. Şimdi düşünelim: Tebrikler! Dünya dışında yaşamın olduğu
gezegenler ile ilgilenen bir uzay ajansı sizi şahsiyetinizden ve fiziksel
özelliklerinizden mütevellit değerlendirilmeye kadir buldu ve Dünya’ya çok
benzeyen, halihazırda yüzeyinde karbon temelli yaşamın olduğu bilinen ‘’X’’
gezegenine gönderilmenize karar verdi. Bu gezegen tıpkı Dünya gibi yeşil bitki
örtüsüne, çöllere, dağlara, nehirlere, ovalara, mağaralara ve Dünya’dakine
benzer canlılara sahip. ‘’Uzun’’ bir yolculuğun ardından ‘’X’’ gezegenine
vardınız. Uzay aracınızdan indiniz ve yere bastınız. Hissiyatı çok tanıdık,
burası anavatanınız Dünya’ya çok benziyor. Yardımcı bir araca ihtiyaç duymadan nefes
alabiliyorsunuz. İlk ne yaparsınız? Evet, daha sonra? Ben söylediklerinizi duyar
gibiyim. Şöyle izah edeyim:
1-Etrafı keşfetmeye çalışırsınız.
2-Bulduğunuz ilgi çekici nesneleri
incelemekle zaman geçirirsiniz.
3-Gördüğünüz ‘’zararsız’’ canlıları
incelemeye çalışırsınız.
4-Toprağı incelersiniz,
bitkileri, nelerin yetiştiğini.
5-Yerinizi işaretlersiniz,
kaybolmayacağınız biçimde artık bir yolculuğa çıkarsınız.
6-Uzun yolculuk sonrasında
keşiflerinizi değerlendirirsiniz.
7-Ve bir şey fark edersiniz: Tüm
ömrünüzü de tüketseniz ‘’X’’ gezegeniyle ilgili bilgilerin tamamına sahip olamazsınız.
8-Bu farkındalığın sonrasında bir
geçmiş bilgi külliyatı olması gerektiği kanısına varırsınız.
9-Bu bilgi külliyatını da
kendinize benzeyen bir canlı grubunun oluşturmuş bulunacağını öngörürsünüz.
10-Gelişmişlik seviyesi olarak ve
biyolojik yönden insana benzer bir canlı aramaya girişirsiniz.
11-Bu canlı türünü bulabilirseniz
büyük şaşkınlık içerisinde onlarla tanışmaya çalışırsınız. İnsana benzer bu
türe ‘’Y’’ türü diyelim. Kendinizden yoğun bilgi aktarırken onlardan da yoğun
bilgi alırsınız.
12-Bunun ardından tekrardan bir
farkındalık durumu oluşur: ‘’Y’’ türünün oluşumu ve yayılımı için geçen süreyi
hesap ettiğinizde, bu gezegendeki ‘’Y’’ türünün tüm bireyleri ile asla
tanışamayacağınızı, bunun, türdeki bireylerin sayısının astronomik düzeyde
olmasından kaynaklandığını anlarsınız.
13-Bu durum sizi ‘’doğal’’
sınırlarınız içerisinde bu ‘’Y’’ türünden ilgi alanı, karakter uyumu gibi
kriterleri göz önüne alarak tanışabildiğiniz kadar çokçasıyla tanışmaya sevk
eder.
14-Yine Y türünün X gezegeninde
inşa ettiği bütün yapıları göremeyeceğinizi, yazdığı bütün eserleri
okuyamayacağınızı, resmettiği bütün tabloları inceleyemeyeceğinizi fark edersiniz
dolayısıyla bütün bunlardan da görmeye, okumaya değer olanları keşfetmeye ve raporlamaya
başlarsınız.
15-Bu aşamalarda yapmaya karar
verdiğiniz işleri yapmanız ortalama 70 ila 100 yıl arasında seyreden insan
ömrünü tamamen doldurmaya yeter, bir de bakarsınız ki ölüm döşeğindesiniz. Ölümün
mutlak korkusu sizi ele geçirse de fazla müteessir olmazsınız çünkü elde
ettiğiniz bilgi kümülatif şekilde sizden sonraki Y türü kuşağına ve Dünya’daki
insan kuşağına miras olarak aktarılacaktır.
Bütün
bu anlatılanları nasıl bir ruh hali içinde yerine getirirsiniz? Çok heyecanlı
değil mi? Yepyeni bir gezegen, hiç görmediğiniz türden ‘’insansılar’’, görmediğiniz
türden bitkiler, canlılar. İlginç mimari yapılar, ilk defa gördüğümüz bir akıllı
türün yaşam biçimine şahit olmak… Bunlar şüphesiz hepimizi çok etkileyecektir. Yani
hiç bilmediğiniz bir gezegene ayak basıyorsunuz ve içerisinde sosyal, biyolojik
birçok farklı sistem ve düzen barındırıyor.
Pekala,
bu aşamada bir soru sormak istiyorum:
Kaç
yaşındasınız? 20 mi ? 45? 67? 12?
Bir
tane seçelim. 20 yaşındasınız diyelim. Bunun ne anlama geldiğinin farkında
mısınız? Siz zaten tam 20 yıl önce hiç bilmediğiniz bir gezegene gönderildiniz.
İçinde hiç bilmediğiniz bir tür var, size benziyor. Bu tür biyolojik ve sosyal
ilişkilere sahip. Akıl sahibi. Bunun yanında milyonlarca farklı canlı türü
bulunuyor. Bu gezegende yapılmış her binaya girmek isteseniz ömrünüzün
binyıllar sürmesi gerekiyor. Yazılan her eseri okumanızın imkanı yok. Kümülatif
bir derya deniz. 25 yaşındaysanız 25 yıl önce, 50 yaşındaysanız 50 yıl önce, 67
yaşındaysanız 67 yıl önce sizler ne olduğunu pek idrak edemediğimiz bir varsayımsal
‘’uzay ajansı’’ tarafından hiç bilmediğiniz bir gezegene, Dünya'ya doğru uzay yolculuğuna sevk edildiniz ve bu yolculuk başarıya ulaştı. Ne büyüleyici şey ama! Peki, neden daha
sonra bu yolculuğun üzerine yapılacak bir farklı yolculuk sonucu varacağımız ‘’X’’
gezegeni bize inanılmaz bir yaşama sevinci ile merak sunuyor da zaten yine bir
metaforik yolculuk ile vardığımız Dünya bize kısıtlı düzeyde yaşama sevinci
sunabiliyor? Bu soruya birçok cevap düşünülebilir ama iki durum arasında ‘’insan
türü’’ olarak topluca düştüğümüz çelişkiyi anlayabilmişsinizdir. Esasında
içimizde var olan merak dürtümüzü çalıştırmamız, keşfetmeye başlamamız, duraksadıysak
devam etmemiz ve bilim&sanat&tecrübe külliyatına yenilerini eklememiz
gerekirdi ancak çoğumuz hayatın dertlerinden bunalmış, işten/okuldan gelmiş, bulduğumuz
en yakın koltuğa çökmüş ve hiçbir şey yapmıyor halde bulunuyoruz. Üzülmemiz
gereken de çok şey var elbet ancak ters giden maddi aksilikler bizlere yıllar
önce bu gezegene yaptığımız yolculuğu ve keşif dürtümüzü unutturuyor.
Unutturmamalı. Nasıl ki şimdi ‘’X’’ gezegenine ayak bastığımızda heyecan
duyacaksak aynı heyecanı evimizden dışarıya adımımızı attığımızda da
duymalıyız. Y türünü bizler için ikame eden insanları tanımak heyecan verici olmalı. Her zaman dostluklarımız, beraberliklerimiz için kriterler olacak ancak keşif hiçbir zaman bitmeyecek.
Belki
aranızda ‘’Çok varsayımsal, çok metafiziksel öğelere dayanıyorsun.’’ diyenler
olacak. Varsayımsal kısmı doğru olabilir. Bu zaten bir metafor ancak
metafiziksel öğelere dayanmıyorum. Dayandığım olgu ve öğeler duygularımız ve
bundan kaynaklanan durumlar. Hormonlarımızla, kimyasal reaksiyonlarla oluşan
karakterimizden, duygularımızdan bahsediyorum. Olguların bizim tabiatımıza
uygunluğunu belirleyen ve ölçen yegane öğe olan duygularımızdan. Nitekim
Spinoza da ‘’Birisini öldürmek neden kötüdür?’’ sorusuna yönelik, bu eylemin
insanda yarattığı duygulanımın keder üzerine oluşuna işaret etmiştir.
Son derece biyolojik.
Egzistansiyalizmden,
Stoacı felsefeden ve görüşlerden, Emil Cioran’dan etkilenerek kurduğum bu
metaforu bireysel yaşamımda bir hayat felsefesi olarak uygulamaya çalışıyorum.
Umarım iyi bir beyin fırtınası yapmışızdır. Konuyla ilgili eklemek istediklerinizi,
metafor ile ilgili tartışmak istediklerinizi, fikir ve görüşlerinizi yorumlara
bekliyorum. Keyifli günler.