14 Ekim 2023 Cumartesi

TÜRKİYE BİR AN İÇİN BİLE LAİK OLMADI: HAMAS-İSRAİL SAVAŞI, GAZZE VE SEKÜLER TÜRK MİLLİYETÇİLERİ

Türkiye'de inançsız insan yok. Türkiye tek bir saat için bile laik olamadı zira Allah'a tapılmasını istemeyenler kendi tanrılarına tapılmasını istiyorlardı. Bu durum bugün hala daha devam ediyor. Her tanrının, her putun mabedinin kapısında ''İbadethane'' yazmıyor. Yazmasına gerek de yok. Önünde secde edilmiyor diye kendisini tanrı ilan ettiğini yahut birilerinin onları tanrı ilan ettiğini anlamadığımız yüzlerce nesne mevcut. Şirkten bahseden ayetler, insanoğlunu bir gün birisinin çıkıp gayet sinematografik bir şekilde ''Ben tanrının kendisiyim'' demesine karşı uyarmıyor. Her inançlı insanın halihazırda bunun şirk olacağını bileceği varsayılıyor. Bunun için insanları uyarmaya ne hacet? İşte asıl tehlikesine karşı uyarıldığımız olaylarla bugün yüzleşiyoruz.

Bu dediklerimden pek bir şey anlamayanlar Hamas'ın İsrail üzerine başlattığı gazvenin Türkiye'de kendisini seküler milliyetçi olarak tanımlayan insanlarda uyandırdığı fikirleri incelesinler. 

Seküler milliyetçilik nedir? Kendisine seküler milliyetçi diyenler bugün politik pusulada ve toplumda bir yer tutabilmişler midir? Seküler milliyetçilik genel bağlamda kurtuluşun ümmetçilikte yahut Avrupa'da olmadığına inanan, aksine Türk dünyasında ve Türk kanında olduğuna ilişkin sebebini kendilerinin de açıklayamadıkları ve son derece metafizik kalan bir fikre mensup insan güruhunun ortak düşüncesi olmaktan öte gidebilmekte midir? Bu halde bu milliyetçilik seküler kalmakta mıdır? Bu milliyetçilik gökten ilham almıyor kesin. Fakat yeryüzünde nereden ilham aldığı da meçhul. 

Seküler milliyetçiler, 14 ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde, kendi adaylarının ikinci tur manevrası vasıtasıyla bugün kendilerine ironik bir şekilde ''bu ülkede askerlik yapmadan'', ''bu insanlar için ölmeden'' ülkeden gitmeyi düşündüren iktidarı oluşturmadılar mı? Yoksa bunu istemeden yapacak kadar siyasi öngörü ve tecrübeden yoksun olduklarını kabul ediyorlar mı?

Pek seküler insanlar mesele Filistin'e yardım olunca bir İlahi Hakkaniyet olduğunu işte aşağıdaki denklemdeki gibi derhal kabul edip savunmaya geçebiliyorlar.




Niçin böyle söylüyorum?

Sözümona ''seküler'' milliyetçilik niçin Hamas'a karşı? Hamas Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında, Kıbrıs meselesinde Türkiye'den taraf olmadığı için mi? Seküler milliyetçiler bizzat Türkiye'nin içinde bulunacağı bir savaşta Türkiye'den yana olup savaşacaklar mı yoksa 2014'ten bu yana yapılan bütün seçimlerde yaptıkları gibi ''yine böyle devam ederse yurtdışına gidiyorum'' deyip ekşi sözlükteki ''türkiye'den ... olup gitmek'' başlığını mı dolduracaklar? Cevabı biliyoruz. 


Söz konusu başlığın altına 2253 sayfa metin dolduran ifade özgürlüğü perileri elbet içinde Yahudi olan bir savaşta Yahudi'nin karşısındakini desteklemeyecekler.


Nitekim elinizi sallasanız seküler milliyetçisine çarpan sitede yapılan anketin sonuçları da ortada. Gelelim Ermenistan'ı desteklemek ve Türk'ün kendisinden başka dostu olmayan diğer Türk konusuna. Muğlak bir ifade bu. Dünyada çok sayıda Türk var. Kazakistan da bir Türk devleti örneğin. 

Ermenistan'ın kurulma yıldönümünü, Türk topraklarını Ermeni renklerine boyayarak kutlayan Kazakistan:


(https://www.qha.com.tr/haber-arsivi/kazakistan-ermenistan-in-bagimsizligini-kutladi-250021)E.T.:14.10.2023

Türk'e 30 gün Ermeni'ye 90 gün serbest dolaşım izni veren Kazakistan:

(Bu resim copyright içermez)

İlham Aliyev'in Ermenistan'a Kazakistan üzerinden silah taşındığına ilişkin beyanatı:

(https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/aliyev-kazakistan-turkmenistan-ve-iran-uzerinden-ermenistana-silah-tasindi-1931184) E.T.:14.10.2023

Hükümet'e yardım için Türk topraklarına Ermeni askerlerini çağıran Kazakistan:


(https://oc-media.org/armenia-sends-troops-to-quell-kazakhstan-protests/)E.T.:14.10.2023

Ermenistan ile makine, silah, ekipman ve ilaç ticareti yapan, ticaret hacmini katbekat büyütmeyi hedefleyen Kazakistan: 

(https://arka.am/en/news/business/armenia_and_kazakhstan_aim_to_expand_economic_cooperation/)E.T.:14.10.2023

Örnekler çoğaltılabilir. Kazakistan sadece bir Türk devleti. Bunun benzeri birçok vaka devamlı olarak yaşanıyor. Türkiye'de yaşayan insanların Filistinliler ile bir ortak özelliği var: Aynı dinden olmak; Kazakistan ile bir ortak özelliği var: Aynı soydan olmak. Birini diğerine hangi maddi gerekçeye dayanarak değişmemiz gerekiyor? Bunu tüm ilhamını tabiattan ve elle tutup gözle görülen nesne ve olgulardan alan seküler milliyetçiler izah etsinler. Bunun akabinde Filistin için yürüyüş yapan kimseleri pişkince Gazze'ye davet eden aynı güruha sormak lazım gelir:

Din dünyanın başına bela açıyor ise; İsrail bir şeriat devleti midir değil midir? Eylemlerini Tevrat'tan ilham alarak mı gerçekleştirmektedir? 

Sorunun cevabı Evet ise Hamas'ı dinden ilham alarak silaha sarılması yönünden kınayan seküler milliyetçi vatandaşları İsrail'i de kınamaya davet ediyorum.

Sorunun cevabı Hayır ise Filistin için yürüyüş yapan insanları Gazze'ye savaşmaya davet edenleri Seküler kardeşleri için ben de Gazze şeridine Hamas'a karşı savaşmaya davet ediyorum.

Ve bir soru daha sormayı gerekli görüyorum: 

''Türk'ün Türk'ten başka dostu yok'' lafzınızı önce ''Türk'ün Türkiye'deki Türklerden başka dostu yoktur'' olarak, devamında da ''Türk'ün, Türkiye'de tamamen bizim gibi düşünen Türklerden başka dostu yoktur'' olarak güncelleyecek misiniz yoksa kendi içinde döngüsel ve hatalı olan genellemenizi yapmaya devam mı edeceksiniz?

Bir insan en çok neyi düşünüyorsa, yaşantısını neye adıyorsa onu kendisine ilah bellemiştir. Lâ İlahe İllallah sözünün gizi ve manası insanın bu huyundan ileri gelmektedir. 

Gününün büyük bölümünü borsa ile geçiren bir milliyetçi kendisine seküler diyecek olursa üzerine alınmayı pek sevdiği -cı -cu sıfatlarına bir de yalancıyı eklemiş olacaktır. Zira para tanrısına tapıp her gün elindeki teknolojik vasıtalar ile banka mabetlerine ulaşıp ibadetini gerçekleştirmektedir.

Çoğu zamanını kariyerine adayan bir kişi ise yine gözle görülüp elle tutulamayan müphem bir tanrı olan izafi bir başarıya tapıyor olacaktır. Mabedi olan ofisinde ibadetini yerine getiriyor olacaktır.

Bunların getirdiği gelir ve hoşnudiyet ise yine döngüsel şekilde bu putlara geri aktarılmaktadır. Helvadan put yapıp yeme hikayesi sadece 6. yüzyılın değil bugünün de gerçeğidir. 

Türkiye'de hiçbir insan bir an için olsun bile dinsiz olmadı. Türk gençlerinin bir bölümü ayakta dikilen insanlara taptılar. İşte bu yeni çağın ayakta dikilebilen, yemek yiyebilen iki tanrısı da: ''Filistinli demek toprak satıp yiyen adam demektir'' ifadesini kullanan ve aksini iddia edenleri ''cahil, geri zekalı'' ilan eden iki örnek: 



Vikipedi'den; esaslı bir araştırma yapılmaz, hepimiz biliyoruz ancak görseldeki zevatı kaynak göstererek Filistinlilerin toprak satmış olduklarını ve başlarına gelenleri hak ettiğini söyleyen araştırmacı ve sorgulayıcı, insan haklarına tam inanmış fikri ve vicdanı hür ''seküler'' milliyetçi Türk genci; Vikipedi'ye girmeye dahi üşenmeseydi, satılan toprakların bütün Filistin ve İsrail'in kapladığı alanın 6%'sını dahi zor bulduğunu ve geriye kalan işgal edilmiş %94 coğrafyanın açıklamasını bu iki şahsın nasıl yapacağını da sorgulayabilirdi. Çok bir şey kaybetmez, asıl cehaletten kurtulurdu.

Ama yok. Ben kimim, koskoca Celal Şengör kim koskoca İlber Ortaylı kim? 

Türkiye'de hiçbir insan bir an için olsun bile dinsiz olmadı. Yalan bile olsa papyon takan beyefendilerin ağzından dökülen her şeye inandılar. İspat istemediler. Delil istemediler. Dinlerinin gereğini yerine getirip peygamberlerine tam bir iman ve samimiyet ile yaklaştılar. Gökyüzünden ilham almamakla övünenler, yaşını başını almış kişilerin İşkembeyi Kübrası gibi bir maddi varlıktan da ilham aldıklarını kabul etmeyecekler. Demek ki onlar da bizim bilmediğimiz ve ancak gökte olmayan metafiziksel bir unsurdan beslenmektelerdi.

Haydi ''yahu sen de Vikipedi'den bakıp mı konuşuyorsun, bunlar koskoca hoca'' diyecek olursanız sizi kırmayacağım. Umarım Cambridge Üniversitesi tatmin edici bir kaynaktır.

''Palestinian notables and fallahin combined sold less than 3 percent of the land by 1948, a surprisingly low figure for a sixty-six year period marked by vigorous land buying, economic hardship, and an unfavorable political climate.''[1]

Türkiye'de hiçbir insan bir an için olsun bile dinsiz olmadı. Türkiye, var olduğu bir saniyesinde bile laik bir devlet olamadı.

Kendilerine seküler milliyetçi diyen Türk genci dostlarım unutmasınlar: Starbucks'tan kahveyi alıp Airpods'u kulaklarımıza takıp Amerikan yapımı bir sedan arabaya binip Spotify'dan müzik dinlerken eve gidip Netflix seyrediyor oluşumuzdan kendimizi Batılı sayıyoruz diye Batılılar bizi Batılı saymıyor. Batılının gözünde ne senin ne benim bir Filistinli gençten farkımız yok. 

[1] Review of Middle East Studies , Volume 20 , Issue 2 , December 1986 , pp. 241 - 242

18 Aralık 2022 Pazar

HAYDİ OĞLUM, YÜRÜ OĞLUM, GOL BE!

    Pek çokları gibi, ben de ekran başından kalkmış bulunuyorum bir süre önce. Hangi ekranın? Dünya Kupası'nı kimin alacağını öğrenmiş olmak için bulunduğum ekranın başından. ''Dünya Kupası'' ifadesine dikkat edelim. ''Dünya Futbol Kupası'' olarak bilmiyoruz biz bunu. Doğrudan, içinde bulunduğumuz gezegenin adını ve ödülün adını yan yana koyarak bu kalıbı üretiyoruz. Yani bu demek oluyor ki bu kupayı alan kişiler, Dünya'nın en takdir edilesi kişileridir. En teşekkür ve tebrik edilesi insanlarıdır. Öyle mi? Hatta bu kimselerin arasından en çok koşan hafiften güdük bir adamı da seçip Hristiyanların ''aziz'' portreleri gibi güneş önünde resmediyoruz, dualar ediyoruz, kupayı onun elinde görünce gözyaşlarına boğuluyoruz. Bu neden? Adam çok hızlı koştuğu için, topa çok iyi ''tekme attığı'' için. En bilindik iki sebep bunlar. İnsanlar bu sebepleri kendi anlayış ve bakışlarına göre süsleyebiliyorlar ama çerçeve aynı. Şimdi, tabi bu girizgah üzerine ''futbol insanı apolitik yapar, Güney Amerika diktatörler coğrafyasıdır, futbol o yüzden orada çok revaçtadır.'' gibi birtakım zaten herkesin malumu olan ve çoğu insanın da bir yandan komplo teorisi olarak gördüğü lafları edecek değiliz. Söylenecek daha çok şeyler var.

    Bir meselenin, ehemmiyet derecesini düşük gördüğüm zaman, kendi kendime bir monolog içindeyken veya bir başkasıyla bir diyalog kurarken o meseleyi ''en fazla Dünya Kupası kadar önemli'' olarak addediyorum ve lanse ediyorum zira bu benim de birkaç doksan dakikasına şahit olduğum Dünya Kupası meselesi, laubali bir şeydir. İnsanların mücadeleden, hırs ve azimden keyif almaları bir başkasının mücadele ve hırsından keyif almasına dönüştürülüp suni bir rekabet ortamı yaratılmakta, insanlara bu vaziyet saatlerce seyrettirilmektedir. Bahis şirketlerinin para devşirmesini, turnuvanın politik girdi-çıktılarını bir kenara koyarsak herhalde uzun saçlı Arjan bir oğlanın hayali yerine geldi diye ağlamak, sevinç gözyaşları dökmek, kişinin kendisini çok aşağılarda bir yerde görmesidir. Bu ifadeler açıkça demagoji yahut abartı gibi gelmeye başlamıştır diye düşünmekle beraber, işte neden bunları söylediğimin izahıdır:

    İnsanın, bir hayvanın yahut bir makinenin kendisinden daha iyi yapabildiği hiçbir şey için fiziksel ve duygusal gücünün tümünü sarf etmemesi gereklidir. İnsan böyle şerefli olacaktır. Adamın topun arkasından çok hızlı koşuyor olması onu alkışlara boğmaktadır zira olağanüstü karşılanmaktadır ancak manzaranın bu olması manzaranın ne kadar olağan olduğuna, her sene yüzlerce kez vuku bulduğuna delalet teşkil eder. Bir topu fırlattığınız zaman peşinden dövülüp kanlı etle beslenmiş bir tazı da pekâlâ gayet güzel koşacaktır. Hatta bu işi insandan daha iyi yapacaktır ama ne yazık ki insandan daha büyük bir hevesle yapacağını garanti edemez hale geldik. Tazının ağzından akan sular ve dışarıdaki dili kimseyi yanıltmasın. Hal böyledir. İnsanı diğer mahlukattan ayıran biricik özelliği düşünebiliyor olmasıdır. Bundan başka yapabildiği neredeyse her şey, kendisi haricindeki canlılarca çok daha kuvvetli ve süratli şekilde yapılabilmektedir. Önüne bir top atsanız, avanak bir kangurudan âlâ ona vurabilecek bir canlının var olduğunu iddia etmek herhalde hafifliktir. Hiçbir milyon dolar miktarı bir insanı yardımcı edevat olmaksızın bir çitadan daha hızlı hale getirmeyecektir. Dolayısıyla bir insana çok hızlı koşuyor, meşine çok sert vuruyor diye ödüller bahşetmek, onu ''hayvanlardan aşağılar arasındaki veli'' ilan etmektir. Bakır teli tersten bükelim: hayvandan aşağı olduğu için ama hayvana diğerlerinden daha yakın olduğu için ona ödül vermektir. 

    Sayısı iki milyondan fazla olan canlı türünün arasındaki biricik yeteneğini ve bu mahlukata hakim olmayı sağlayan yegane beceriyi, düşünmeyi bir kenara koyup bunu ancak bir araç olarak kullanarak atlar gibi hızlı koşmayı, birisi bunu yapabildikçe bağırmayı ve insanlık olarak buna kilitlenmeyi sağlamayı, insanlığı hafife almak olarak anlamak gereklidir. Zira insanın fıtratı üzerine yapıyor olması gereken şey: düşünmek, düşünerek üretmektir. Üretileni daha iyi düşünmeye kullanmaktır. ''Spor işte'' şeklinde ifade edilen şeylerin yapılabilmesi için anlaşılırdır ki bu şatafata ve kepazeliğe gerek yoktur. Sporun da düşünmek mefkuresi uğruna yapılması gereklidir. İnsanın bunun aksi bir önermede bulunuyor olması düşünülmüşlere, düşünce yeteneğine hakaret ve ihanettir. Dolayısıyla insan varoluşunu, insanlık değerini reddetmektir. Konu ne yazık ki insanın önüne gelen her şeyi seyretmesi, binyıllar süren etken insanın edilgen hale getirilmesidir. Bu meselenin ''keyifli'' olduğunu iddia etmek, ''keyif'' ile savunma yoluna gitmek keyif ile kandırıldığının, hipnotize edildiğinin itirafıdır. Bu denli gevşek bir bireycilik ne yazık ki pasif insandan oluşan pasif toplumu yaratmakta, ''kimse kimseye karışamaz'' anlayışının arkasına sığınmaktadır. Oysa aklın yolu birdir ki: kimsenin kimseye hiç karışmadığı yapının adı toplum değildir. En fazla bir kalabalıktır. 

Okuduğunuz için teşekkür ederim, selamet ve sıhhat dilerim.

31 Ekim 2022 Pazartesi

BAŞIMA BELA

     Neden başıma bela diyorum bu yayının adına? Çünkü başıma birçok insanı bela edecek böyle bir yayını yazıyor oluşum. Blogger'a aylardır, hatta bir yıla yakın süredir hiç dokunmadım. Yazmadım hiçbir şey. Sebebini ben de tam bilmemekle beraber bu süreç içerisinde aslında pek bir şey yazmamış olmaktan memnunum. Çünkü bir şeylerin düzgün ifade edilebilmesi için aylarca sindirilmesi, damıtılması gerekebiliyor yaşam içerisinde. Buraya yazılanlar herkese karşı olduğu gibi kendime karşı da yazılmış ifadelerdir. Ben bazen kendime de karşı geliyorum buraya yazdıklarımla. Karşı duruyorum. Yanlışları bize her vakit başkaları söyleyecek diye bir şey yok.

    Konu da bununla ilgili aslında. Kendimize dönüp bakmayı çok unutur bir haldeyiz. İnsanlar diğer insanlar hakkında ''iyi insandır'' ''kötü insandır'' gibi ifadeler kuruyorlar. Tabi bu ifadeler aslında pek amiyane şekilde konuşuluyor, ben buraya kibarcasını yazdım. Bu kişiler mahkemeler kurup insanları beyinlerinin içlerinde yargılarlarken kendilerini hangi noktaya koyuyorlar? Bakın ben ''insanları yargılamak pek fena bir şeydir, kimse bunu yapmamalıdır'' gibi bir ifadede asla bulunmuyorum. ''Başkalarının ne düşündüğünü önemseme'' gibi telkinler çoğu vakit yanlış anlaşılan telkinlerdir. Bunlar dosdoğru olduğumuz konularda dikkate almamız gereken ifadelerdir. İnsan büyük bir çukurun içindeyken yukarıdan gelen yardım seslerine kulağını kapatırsa mahvolmakla son bulacağı muhakkaktır. Toplumdan vazgeçmek bir çeşit intihardır aslında. İnsanlar ile aramızda olan bu iki yönlü yargı ilişkisini tümden yok etmeye kalkışmak herhalde zararlı bir kalkışmadır ancak sosyal anlamda kişileri ''yargılamak'', bazen ''önyargıda bulunmak'' birer argüman inşa etmektir. Ciddi bir iştir. ''Kaşını gözünü beğenmedim'' diye bir argüman olmaz. Kendimizi sıfır noktasına koyamayız. O zaman bir yer tutmak zorundayız. Değil mi? Bastığımız toprağın neresi olacağına karar verecek olan da çoğu zaman bizleriz. Bunun böyle olmadığını iddia edenler her esen rüzgar ile bilmediği yönlere uçup gidenlerdir. Ben yolda gezerken, insanlara bakarken herkesin fevkalade olduğu iddiası ile karşılaşıyorum çoğu zaman. Dün bu konuyu tasdik eden bir bilimsel araştırmaya rastladım. Herkes çoğunluktan iyi kalpli, herkes çoğunluktan güzel, yakışıklı; yüzleri ile gülüşleri ile herkes bu dünyaya özel bir şeyler için gelmiş. Öyle diyorlar, öyle inanıyorlar. Siz de öyle inanıyorsunuz. Kınamıyorum bunu. Ne yapıyor insanlar bu kadar iyi olmak için? Türkiye'de bilhassa benim gibi genç olan insanlarda her ''güzel'' -aslında hedonik, tüketilmeye layık ve değerden yoksun- nesnenin ve eylemin en âlâsını hak ettiklerine dair çok yaygın ve yerleşik bir kanı var. Genel olarak bir şeylere kani olmaya bu kadar üşenen bir insan topluluğunun -kandırmayalım birbirimizi, böyle işte- yalnızca bunda kani olması ve bunun da Türkiye'de çok insana aynı şeyi kabul ettirmek mefkuresinin imkansızlığından dolayı aslında çok nadir görülen bir durum olması pek düşündürücü değil midir?

    Daha yeni, yani 29 Ekim 2022'de evime dönmek için yolda yürürken pek acayip ucubelere benzemekte maharetli birçok insan gördüm. Bu kişiler büyük bir şevk ve heves ile hep aynı yöne doğru yol alıyorlardı. ''Cadılar Bayramı'' kutlamak üzere. İster istemez soruyorum ben: Bu insanlar içinde yaşadıkları Cumhuriyet'in bağımsızlığı adına ne iş görmüşler, hangi borçları ödemişlerdir? Bu soruyu sormak benim borcumu ödemeye çalışma yöntemlerimden birisidir. Her şeyi hak edeceğiz, bunu hiçbir şey borçlanmamış olarak yapacağız. Öyle mi? Hangi dünyada? Böyle bir şey yok. Sanki kullandığımız her malzeme ile kendimize düşman kesilmiş kişilerin ceplerini doldurmuyormuşuz gibi bir de bu insanlardan değer satın alıyoruz. Satın aldığımızı söylüyorum evet. Bunları kazanmıyoruz, hak etmiyoruz. Satın alıyoruz çünkü karşılığında kendimize ait olan her şeyi veriyoruz. Birçok kimseler zaten toplumsal aidiyetimizi verdiğimiz yetmiyormuş gibi daha fazlasını vermeye, kişisel varlıklarından da vazgeçmeye çok meraklı bu tip işler için. Mesela ben şu soruyu da bir borç olarak sormaya gayret gösteriyorum: 29 Ekim ile ilgili hiçbir şey hatırlamaksızın aynı günün gecesi Halloween için yüzünü boyamak marifetiyle palyaço kılığına giren genç adam, yılın geriye kalan 364 gününde bir palyaço olmadığını iddia edebilecek midir? 

    Sorudur nihayetinde. Cevabı bir yerlerde saklıdır. Kibarlık budalalığına soyunmuyorum. Bir insan dahi borçsuz harçsız ama her şeyi yapabileceği haklarla donatıldığı hayattan büyük zararlar ile çıkıyorsa ve bu zararların en büyüğü, kişinin içinde bulunduğu durumun vahim suretini okuyamaz hale gelmesi ise bütün bir toplumun ve gençliğin bu ''nimetçilik'' adını koymaktan iftihar edeceğim ideolojik/sosyal buhranın içerisinde haşlanıyor olması toplumu ne denli zedeleyecektir? Bu apaçık bir çökmüşlüktür. Çürüyen ve kokan bir yaklaşım, sokakta şeytan kılığında gezen bir sürü insan ve insan kılığında gezen bir sürü şeytan bırakmakta çok kararlı görünüyor. Bu tip hallerin ''yahu gençler zaten eğlenemiyorlar, işte durumlar malum, ne yapsın insanlar'' gibi alt metinlerle yumuşatılmaya çalışılması vaziyeti, gençlerin gönüllerince eğlenebildiği bir senaryoda sadece biçim değiştirerek varlığını sürdürmeye devam edecektir. Hayata sadece eğlenmek, mutlu olmak adına gelindiğini düşündürerek birçok insana, bu amansız çöküş başlatıldı zaten. Oysaki dünyaya zevk duymak için gelinmediğini bunun tam aksini iddia edenlerin, nimetçi kültürü bizlere ithal edenlerin ataları 1800 yıl önce anlamışlardı. 1800 yıl önce yaşamış bir insandan ve bir topluluktan daha kapasitesiz olamayız, değiliz de zaten. Bundan mütevellit ben bu lümpenlikte kötü niyet aramaktayım. Nitekim yazımın başında belki eleştirir gibi yaptığım yargılamak furyasına ben de katılıyorum ancak bunu biraz farklı yaptığımı anlıyorum.

Okumaya gayret gösteren herkese saygı ve selam olsun.

28 Ekim 2021 Perşembe

GEZEGEN METAFORU-YAŞAMA SEVİNCİ ÜZERİNE

            

              Görsel: HBO MAX

        Uyandım. Bazen öyle huzurlu uyuyorum ki sabah uyanmayı pek istemiyorum. Hayır, asla bir ölmek arzusundan doğmuyor bu isteksizlik. Gördüğüm rüya çok ilgi çekici oluyor. Devamında ne olacağını hiçbir şekilde bilememek beni çılgına çeviriyor. Sürükleyici bir romanın tek baskısının kaç sayfadan ibaret olduğunu bilmediğiniz son sayfalarının paramparça olması gibi bir duruma benzetiyorum bu hâli. Bazen de uyandığımda kendimi bulduğum hâlim beni mutlu ediyor. Huzurlu uyumuş ve uyanmış vaziyette olmak, uykunun neden bölündüğü sorusunu aklıma getiriyor. Rüyalar ile bağlantılı bir metafor işleyeceğim bugün. Tam da yukarıda reddettiğim, yaşama karşı isteksizlik konusu ile bağdaştıracağım.

        Rüyalarımız nasıldır ? Renkli, bazen karanlık. Neşeli iken bazen korkunç. Bizi kovalayan ve bilinçaltımızda çok ince bir örtüyle gizlenen sayısız korkunç yaratık. Bu yaratıklar bazen yaşamımızda karşılaştığımız insanlar olurken bazen gerçekten de filmlerde denk geldiğimiz tek gözlü-çok kollu canavarlar. Bazen en çok gitmek istediğimiz yerde, en çok yapmak istediğimiz şeyi yapıyorken buluyoruz kendimizi. Dokunduğumuz nesnelerin yumuşaklığı-sertliği, kıvamı, köşeleri hissedilebiliyor. Rüyamızda bulunduğumuz ortamın kokusu burnumuza geliyor. Bu kadar etkileyici bir şey. Rüyalarımız böyledir ama her şeyden önce onları bir kelime ile daha tanımlayabiliriz: ‘’bilinmezdirler’’. Gerçekten de bilinmezler, rüyamızın geçtiği bir yeşil bahçenin duvarlarının ardında ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Hatta bazen özgürce hareket edebildiğimiz ‘’lucid rüya’’ olarak tabir edilen türlerinde ilk yapmak istediğimiz şey bu bilinmez köşeleri keşfetmek, etrafta tanımadığımızı düşündüğümüz ama beynimizin doğurduğu insanları tanımaya çalışmaktır. Yani rüyalarımızda bile bilinmez olana ulaşmak güdüsüyle hareket ediyorsak, merak çok ilkel ve doğal bir dürtüdür diyebiliriz.

        Rüya bizi bilinmez yerlere götürüyor. Evren çok büyük, bilmediğimiz başka neler var? En iyi nereyi biliyoruz yahut bildiğimizi düşünüyoruz? Doğduğumuz, yaşadığımız yeri. Şehir olarak ve ülke olarak da öyle. Gezegen bazında en iyi bildiğimizi düşündüğümüz yer Dünya. Şimdi düşünelim: Tebrikler! Dünya dışında yaşamın olduğu gezegenler ile ilgilenen bir uzay ajansı sizi şahsiyetinizden ve fiziksel özelliklerinizden mütevellit değerlendirilmeye kadir buldu ve Dünya’ya çok benzeyen, halihazırda yüzeyinde karbon temelli yaşamın olduğu bilinen ‘’X’’ gezegenine gönderilmenize karar verdi. Bu gezegen tıpkı Dünya gibi yeşil bitki örtüsüne, çöllere, dağlara, nehirlere, ovalara, mağaralara ve Dünya’dakine benzer canlılara sahip. ‘’Uzun’’ bir yolculuğun ardından ‘’X’’ gezegenine vardınız. Uzay aracınızdan indiniz ve yere bastınız. Hissiyatı çok tanıdık, burası anavatanınız Dünya’ya çok benziyor. Yardımcı bir araca ihtiyaç duymadan nefes alabiliyorsunuz. İlk ne yaparsınız? Evet, daha sonra? Ben söylediklerinizi duyar gibiyim. Şöyle izah edeyim:

1-Etrafı keşfetmeye çalışırsınız.

2-Bulduğunuz ilgi çekici nesneleri incelemekle zaman geçirirsiniz.

3-Gördüğünüz ‘’zararsız’’ canlıları incelemeye çalışırsınız.

4-Toprağı incelersiniz, bitkileri, nelerin yetiştiğini.

5-Yerinizi işaretlersiniz, kaybolmayacağınız biçimde artık bir yolculuğa çıkarsınız.

6-Uzun yolculuk sonrasında keşiflerinizi değerlendirirsiniz.

7-Ve bir şey fark edersiniz: Tüm ömrünüzü de tüketseniz ‘’X’’ gezegeniyle ilgili bilgilerin tamamına sahip olamazsınız.

8-Bu farkındalığın sonrasında bir geçmiş bilgi külliyatı olması gerektiği kanısına varırsınız.

9-Bu bilgi külliyatını da kendinize benzeyen bir canlı grubunun oluşturmuş bulunacağını öngörürsünüz.

10-Gelişmişlik seviyesi olarak ve biyolojik yönden insana benzer bir canlı aramaya girişirsiniz.

11-Bu canlı türünü bulabilirseniz büyük şaşkınlık içerisinde onlarla tanışmaya çalışırsınız. İnsana benzer bu türe ‘’Y’’ türü diyelim. Kendinizden yoğun bilgi aktarırken onlardan da yoğun bilgi alırsınız.

12-Bunun ardından tekrardan bir farkındalık durumu oluşur: ‘’Y’’ türünün oluşumu ve yayılımı için geçen süreyi hesap ettiğinizde, bu gezegendeki ‘’Y’’ türünün tüm bireyleri ile asla tanışamayacağınızı, bunun, türdeki bireylerin sayısının astronomik düzeyde olmasından kaynaklandığını anlarsınız.

13-Bu durum sizi ‘’doğal’’ sınırlarınız içerisinde bu ‘’Y’’ türünden ilgi alanı, karakter uyumu gibi kriterleri göz önüne alarak tanışabildiğiniz kadar çokçasıyla tanışmaya sevk eder.

14-Yine Y türünün X gezegeninde inşa ettiği bütün yapıları göremeyeceğinizi, yazdığı bütün eserleri okuyamayacağınızı, resmettiği bütün tabloları inceleyemeyeceğinizi fark edersiniz dolayısıyla bütün bunlardan da görmeye, okumaya değer olanları keşfetmeye ve raporlamaya başlarsınız.

15-Bu aşamalarda yapmaya karar verdiğiniz işleri yapmanız ortalama 70 ila 100 yıl arasında seyreden insan ömrünü tamamen doldurmaya yeter, bir de bakarsınız ki ölüm döşeğindesiniz. Ölümün mutlak korkusu sizi ele geçirse de fazla müteessir olmazsınız çünkü elde ettiğiniz bilgi kümülatif şekilde sizden sonraki Y türü kuşağına ve Dünya’daki insan kuşağına miras olarak aktarılacaktır.

        Bütün bu anlatılanları nasıl bir ruh hali içinde yerine getirirsiniz? Çok heyecanlı değil mi? Yepyeni bir gezegen, hiç görmediğiniz türden ‘’insansılar’’, görmediğiniz türden bitkiler, canlılar. İlginç mimari yapılar, ilk defa gördüğümüz bir akıllı türün yaşam biçimine şahit olmak… Bunlar şüphesiz hepimizi çok etkileyecektir. Yani hiç bilmediğiniz bir gezegene ayak basıyorsunuz ve içerisinde sosyal, biyolojik birçok farklı sistem ve düzen barındırıyor.

               Pekala, bu aşamada bir soru sormak istiyorum:

               Kaç yaşındasınız? 20 mi ? 45? 67? 12?

        Bir tane seçelim. 20 yaşındasınız diyelim. Bunun ne anlama geldiğinin farkında mısınız? Siz zaten tam 20 yıl önce hiç bilmediğiniz bir gezegene gönderildiniz. İçinde hiç bilmediğiniz bir tür var, size benziyor. Bu tür biyolojik ve sosyal ilişkilere sahip. Akıl sahibi. Bunun yanında milyonlarca farklı canlı türü bulunuyor. Bu gezegende yapılmış her binaya girmek isteseniz ömrünüzün binyıllar sürmesi gerekiyor. Yazılan her eseri okumanızın imkanı yok. Kümülatif bir derya deniz. 25 yaşındaysanız 25 yıl önce, 50 yaşındaysanız 50 yıl önce, 67 yaşındaysanız 67 yıl önce sizler ne olduğunu pek idrak edemediğimiz bir varsayımsal ‘’uzay ajansı’’ tarafından hiç bilmediğiniz bir gezegene, Dünya'ya doğru uzay yolculuğuna sevk edildiniz ve bu yolculuk başarıya ulaştı. Ne büyüleyici şey ama! Peki, neden daha sonra bu yolculuğun üzerine yapılacak bir farklı yolculuk sonucu varacağımız ‘’X’’ gezegeni bize inanılmaz bir yaşama sevinci ile merak sunuyor da zaten yine bir metaforik yolculuk ile vardığımız Dünya bize kısıtlı düzeyde yaşama sevinci sunabiliyor? Bu soruya birçok cevap düşünülebilir ama iki durum arasında ‘’insan türü’’ olarak topluca düştüğümüz çelişkiyi anlayabilmişsinizdir. Esasında içimizde var olan merak dürtümüzü çalıştırmamız, keşfetmeye başlamamız, duraksadıysak devam etmemiz ve bilim&sanat&tecrübe külliyatına yenilerini eklememiz gerekirdi ancak çoğumuz hayatın dertlerinden bunalmış, işten/okuldan gelmiş, bulduğumuz en yakın koltuğa çökmüş ve hiçbir şey yapmıyor halde bulunuyoruz. Üzülmemiz gereken de çok şey var elbet ancak ters giden maddi aksilikler bizlere yıllar önce bu gezegene yaptığımız yolculuğu ve keşif dürtümüzü unutturuyor. Unutturmamalı. Nasıl ki şimdi ‘’X’’ gezegenine ayak bastığımızda heyecan duyacaksak aynı heyecanı evimizden dışarıya adımımızı attığımızda da duymalıyız. Y türünü bizler için ikame eden insanları tanımak heyecan verici olmalı. Her zaman dostluklarımız, beraberliklerimiz için kriterler olacak ancak keşif hiçbir zaman bitmeyecek.

     Belki aranızda ‘’Çok varsayımsal, çok metafiziksel öğelere dayanıyorsun.’’ diyenler olacak. Varsayımsal kısmı doğru olabilir. Bu zaten bir metafor ancak metafiziksel öğelere dayanmıyorum. Dayandığım olgu ve öğeler duygularımız ve bundan kaynaklanan durumlar. Hormonlarımızla, kimyasal reaksiyonlarla oluşan karakterimizden, duygularımızdan bahsediyorum. Olguların bizim tabiatımıza uygunluğunu belirleyen ve ölçen yegane öğe olan duygularımızdan. Nitekim Spinoza da ‘’Birisini öldürmek neden kötüdür?’’ sorusuna yönelik, bu eylemin insanda yarattığı duygulanımın keder üzerine oluşuna işaret etmiştir.[1] Son derece biyolojik.

         Egzistansiyalizmden, Stoacı felsefeden ve görüşlerden, Emil Cioran’dan etkilenerek kurduğum bu metaforu bireysel yaşamımda bir hayat felsefesi olarak uygulamaya çalışıyorum. Umarım iyi bir beyin fırtınası yapmışızdır. Konuyla ilgili eklemek istediklerinizi, metafor ile ilgili tartışmak istediklerinizi, fikir ve görüşlerinizi yorumlara bekliyorum. Keyifli günler.



[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZADB6XUrPEM

3 Eylül 2021 Cuma

OKULLARIN AÇILMASINA DOĞRU EV KİRALAMAK ÜZERİNE İŞE YARAR İPUÇLARI VE PÜF NOKTALARI

Fotoğraf : https://www.eskisehir.bel.tr/icerik_dvm.php?icerik_id=3&cat_icerik=1&menu_id=24


  Son dönemde YÖK ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamalar doğrultusunda okulların açılacağı belli oldu. Türkiye'deki üniversite öğrencisi sayısı da hayli yüksek. Öğrenci sayısı yüksek olduğu gibi birçok öğrenci de ailesinin yaşadığı şehirde okumuyor. Bu da öğrencileri üniversitelerinin bulunduğu şehirlerde öğrenim sürelerince kalmak için ev veya yurt aramaya itiyor. Bu arayış ilk etapta evde, bulunduğumuz şehirde başlıyor. Nasıl ? İnternet yoluyla. İlk etapta çoğumuz, yerleşeceğimiz şehirdeki kiralık konut ilanlarını gösteren sitelere bakıyoruz. Zaten internet ortamında bu konuda ''tekelleşmiş'' 3-4 adet site bulunuyor, bunları hepimiz biliyoruz.

    Oturduğumuz yerden internete girerek yaptığımız hesaplar ne yazık ki yerleşmek istediğimiz kente gidince tutmuyor. Yani kelimesi kelimesine, evdeki hesap çarşıya uymuyor. Ev kiralayacağınız şehre giderken, gittikten sonra dikkat etmemiz gereken birbirinden çok farklı ve çok sayıda husus bulunuyor. Benim gibi öğrenci arkadaşlarım bunlara dikkat etmediği takdirde mağdur olabiliyorlar. Bu mağduriyetler de inanın ki insana çok fazla para ve zaman kaybettiriyor. Para ve zaman, bir öğrenci için en kıymetli nesne ve olgulardan ikisi. Bunları tasarruflu değerlendirmek biz öğrenciler için hayati önem taşıyor.

    Ben bu Blog'da, sizlere 2021 Ağustos'ta kendi ev kiralama tecrübemden de yararlanarak bazı bilgiler ve püf noktaları aktaracağım zira hem başımdan geçenleri anlatmak istiyorum hem de öğrenci arkadaşlarım yaşayabilecekleri potansiyel mağduriyetten bir adım daha uzaklaşsın istiyorum. Üniversitede ara sınıflarda okuyan arkadaşlar belki çoktan evlerini tutmuş yahut yurtlarına yerleşmiş olabilir ancak bu Blog'un özellikle tercih sonuçları yeni açıklanan arkadaşlara yardımcı olacağını düşünüyorum. Benim ev kiraladığım şehir Eskişehir, bu yazıyı Eskişehir'den birçok okur inceleyecek. Onlar biliyor ki genel olarak Eskişehir bilhassa Tepebaşı semtinde birçok ev barındıran ve ev kiralarının da ülkenin geneline göre nispeten ucuz olduğu bir yer ancak artık Eskişehir'de de durum eskisi gibi değil. Piyasa eskiye oranla epey bir kötüleşmiş durumda ve ev tutacak, yurda yerleşecek öğrencilerin işi zor.

    Şimdi, ''Ev tutarken nelere dikkat etmeliyim ?''

1-Görmeden Ev Tutmamak

    Arkadaşlar, biliyorum ev tutarken zaman aleyhinize ilerliyor gibi hissediyorsunuz ancak gerçekten gözlerinizle somut olarak görmediğiniz evi tutmayın, kimseye internetten gördüğünüz ilan için kapora göndermeyin. Elinizden geldiğince gidip gördüğünüz evlere yönelin, ev sahibi ile bire bir muhatap olmaya çalışın, bu olmuyorsa emlakçı ile detaylı konuşun. Ev kiralarken önümüze çıkacak şey yalnızca bir sözleşme olmayacak, birçok evrak ve işlem bizi bekliyor olacak. Bütün bunların ortasında yahut imzaları attıktan sonra beklenmedik bir aksaklık yaşamak istemezsiniz, durduk yere kapora kaybetmek istemezsiniz. Gerçekten ama gerçekten hiçbir ev ilanda göründüğü gibi olmuyor. İlan sadece bizlere bir ön fikir veriyor.

2-Konak Bulmak

    Hangi şehirde ev tutacak olursanız olun, muhtemelen o şehirdeki işiniz bir günde bitmeyecek. Yani günübirlik ev tutup geri dönebilme ihtimaliniz veya gittiğiniz gün evinize yerleşme ihtimaliniz çok düşük. Dolayısıyla en iyi ihtimal ile şehirde yaşayan bir arkadaşınızın yahut varsa oradaki bir akrabanızın, aile dostunuzun evinde kalmanız gerekebilir. Evinizi 2-7 gün aralığında tutmuş olursunuz. Bu süre zarfında barınacak, dinlenecek bir yeriniz olması çok önemli çünkü çok yorulacaksınız. Diyorsanız ki ''Benim ekonomik problemim yok, otelde kalırım o süre zarfında.'', siz o zaman bu konuda mukayese dışısınız diyebiliriz. Daha ekonomik şartlarda bu işi halletmek isteyen arkadaşlar eğer o şehirde eşe dosta, arkadaşa, akrabaya sahip değillerse kayıt yaptırmış olduğunuz yahut devam ettiğiniz üniversitenizin misafirhanesi vardır. Mutlaka bu misafirhaneleri değerlendirmeye çalışın. Yerel pansiyon yahut otellerden çok daha konforlu olur ve konaklama ücreti olarak daha az bir meblağ ödersiniz.

3-Her Gün Gezmek

    Orada bulunduğunuz her günü, kiralık evleri arayarak ve gezerek değerlendirin. ''Ya çok yürüdüm, çok yoruldum, bugün de dinleneyim.'' demeyin, işiniz bitince bol bol dinlenirsiniz. Bu  yorucu tempoya en fazla katlanacağınız süre zaten bir hafta civarı olacaktır. O sırada konakladığınız evde dinlendiğiniz zamanlarda internete düşen ilanları yoklayın ve gözünüze kestirdiğiniz evleri görmeye gidin. Bunu sık sık yaparsanız ev sahiplerinden ve emlakçılardan evler hakkında, yerel ve genel durum hakkında bol bilgi almış olursunuz. Ufkunuz açılır. Yalnızca internet ilanları size yetmez. Ev tutmak istediğiniz muhitte yaya olarak dolanın, apartman camlarına bol bol göz gezdirin ki camlara yapıştırılmış kiralık ilanlarını görerek numaraları arayın. Tutmayacağınızı bildiğiniz evleri dahi arayın, ev sahiplerinden ev ile ilgili bilgi alın. Bu işi bol bol yürümeden halledemezsiniz.

4-Metrekare Konusu

    Sizlere kiralık ev ilanlarını sergileyen sitelerde yazan metrekarelerin çoğu doğru değil. Birçok kişi esasında 35 metrekarelik yere 50 yazıyor geçiyor. Bu başlığımız ''Görmeden Ev Tutmamak'' kısmı ile ilintili, tutacağınız evi görmeniz metrekare hususu anlamında çok önemli zira 70 metrekare olduğu iddia edilen ve sizin görmeden önce kapora verdiğiniz bir daire çok daha ufak çıkabilir, kutu gibi bir yer görünce şaşırırsınız. Özellikle 50-60 metrekare yazan yerlere dikkat edin, gezdiğiniz evler ve metrekareleri bağlamında gerçekçi bir kıyaslama yapabilirseniz mağdur olmazsınız.

5-İskan

    Ev ilanlarının açıklama kısımlarını iyi okuyun, görmeye gittiğiniz evin iskanlı olup olmadığına mutlaka dikkat edin, bu konuyu emlakçıya ve ev sahibine sormaktan çekinmeyin. İskan, oturma izni ve yapı kullanım izni bulunan ve projesine uygun şekilde tasdik edilmiş gayrimenkuller için, taşınmazın bulunduğu belediyece verilen belgedir. Bu belge olmazsa önünüzdeki günlerde kiraladığınız apartman hakkında yıkım kararı çıkabilir, faturalarınızla ilgili sorun yaşarsınız, bir problem olduğunda halletmeniz güçleşir. Yani iskansız yapıda yaşarken hemen hemen kaçak yapıda yaşıyor olursunuz. 

6-Kira Bedeli-Kira Sözleşmesi ve Para

    Evi ev sahibinden tutarsanız kira sözleşmesi yapacaksınız, birazdan anlatacağım gerekli bazı konuları da açıklığa kavuşturunca işiniz bitmiş olacak ancak büyük ihtimalle evinizi emlakçıdan kiralayacaksınız. Dolayısıyla burada dikkat etmeniz gereken bir husus var. Evin kira bedeli kadar emlakçıya komisyon vermek zorundasınız. Muhtemelen ev sahibiniz sizden sözleşmenin yapıldığı günde yahut yakın bir zamanda bir kira isteyecek, bunun üzerine bir de depozito vermeniz gerekecek. Depozito da genelde bir kira bedeli kadar istenir. Sizin burada yapmanız gereken şey 3 kalemde yapacağınız bu ödemeleri hakkaniyetli bir indirime bağlamak. Ev sahiplerinin çoğu emlakçıya ve ilan sitesine evinin gerçek kira bedelini yazmaz. 50 lira, 100 lira, 200 lira yukarıda bir sayı yazar. Bu fark sizin pazarlık payınız olacak ve sizi esasında hatırı sayılır bir kâra geçirecek. Şöyle ki; diyelim evinizin kirası 1200 TL. Emlakçı da sizden 1200 TL komisyon isteyecek. Kira sözleşmesini 1 yıllık yapacaksınız. İlk olarak ev kirasından indirim yaptırmaya çalışın. Çünkü emlakçıya 1 defa para vereceksiniz, eve 12 ay boyunca kira ödeyeceksiniz. Eğer ev kirasından 100 lira indirim yaptırmayı başarırsanız, her ay 100 lira cebinizde kalır. 1 yıllık sürede bu 100 lira 100x12'den 1200 lira eder. Ne oldu ? Emlakçıya vereceğiniz para da cebinizde kaldı aslında.  Emlakçıya gidecek olan 1200 lirayı, kiraya 1200 yerine 1100 lira ödeyerek her ay 100 lira şeklinde geri alacakmışsınız gibi düşünün. Buradan kâra geçersiniz. Depozitoda indirim yaptırmaya çalışın, güvenilir bir profil çizin. Mümkünse depozitoyu 2 aya, 3 aya taksitlendirin ki rahat ödeme yapabilesiniz. 1000 TL'ye kiraladığınız bir evin depozitosu 5000 TL olmaz. Bu kalemin üst sınırı 3 kira bedeli kadardır ancak genel olarak bunla da karşılaşmayacaksınız, kiraya yakın bir meblağ ile muhatap olacaksınız. Depozitonuz kiradan fazla ise kiraya yaklaştırmaya çalışın, 1 aylık kiranızın 3 katından fazla ise bu durumun uygun olmadığını belirtin, ısrar edildiği takdirde siz de o evi tutmakta ısrarcı olmayın. 

7-Elektrik-Su-Doğalgaz-İkametgah

    Evi tuttunuz, çok iyi. Hayırlı olsun. Ne yazık ki daha bitmedi. Yeni evinize geçeceğiniz için adres değişikliği bildirimi yapmanız gerekiyor. Bunun için benim tavsiyem, ilk yapacağınız işlemin elektrik aboneliğini kendi adınıza açtırmak olmasıdır. Önce apartmanınıza gidin ve elektrik sayacınızın fotoğrafını çekin, sayacın üzerinde renkli ve çok belirgin bir düğme olacak. Genelde mavi olur. Bu düğmeye basın, ekranda T0-T1-T2 şeklinde hesaplar görünecek. T0'a tekrar dönene kadar hepsinin fotoğrafını çekin. Fotoğraflar ve kira sözleşmeniz ile beraber bulunduğunuz semtin sorumlu elektrik firmasının şubesine gidin. Sıra alın, memur size yardımcı olacak. Bir önceki kiracının elektrik borçlarını ortaya çıkaracak, borç olmaması durumunda elektrik aboneliğinizi hemen üzerinize alabileceksiniz ve şehirden şehre değişen bir tarifeyle sizden çoğunlukta 500 TL'den fazla olmayan bir para talep edilecek. Bunu da elektrik şirketine verdiğiniz depozito gibi düşünebilirsiniz. Mobil bankacılık ile kolayca yatırılabiliyor, memur size o konuda da yardımcı olur. Elektrik aboneliğinizi üzerinize aldığınıza dair size bir belge verilecek. Bu belgeyi kaybetmeyin. Bir iki kopya fotokopi çektirirseniz faydası olur. Elektrik aboneliği için gerekli parayı yatırdıktan sonra ''e-devlet'' üzerinden adres değişikliği bildirimi yapabilirsiniz. Yalnız bu işi en fazla 2 seferde yapmanız gerekiyor, yani adresinizi ve bilgilerinizi en fazla 2 seferde doğru girmeniz gerekiyor. Yoksa sistem, bilgilerinizi bilmediğinizi kabul ediyor ve bu hizmeti sizin için kilitliyor. Dert değil, evinizin bulunduğu semtin nüfus müdürlüğüne gidiyorsunuz, sıra alıp adres veznelerine geçiyorsunuz ve adres değişikliği bildiriminizi oradan yaptırıyorsunuz. Nüfus müdürlüğüne giderken elektrik şubesinden size verilen belgeyi ve kira sözleşmenizi unutmayın. Kira sözleşmenizin de önceden bir iki kopya fotokopisini çektirmiş olmanız önemli. Şubelerden istendiği takdirde aslı sizde kalsın istersiniz doğal olarak. Önemli bir husus daha var; elektriğinizi açtırdıktan ve aboneliği üzerinize aldıktan sonra adres değişikliği bildiriminizi yapmak zorundasınız. Bu yasal bir zorunluluk. Eğer bu bildirimi yapmazsanız 20 gün içinde size bir para cezası kesilecek. Önce elektrik ve sonra adres değişikliği bildirimini hallettikten sonra su ve doğalgazı da yine semt şubelerinizi öğrenerek benzer şekilde açtırabilirsiniz veya üzerinize alabilirsiniz. Eğer ki su kart ile çalışıyorsa su aboneliğini üzerinize almanıza gerek yok ancak aksi halde mutlaka abonelik işlemlerinizi tamamlayın, sonra çözülmesi zor sorunlarla karşılaşabilirsiniz. 

    Şimdilik ev konusunda dikkat edilmesi gereken en belirgin noktalar bunlar. Kıymetli okurlar ve arkadaşlarım, sizleri bir konuda daha uyarmak isterim: Eğer ara sınıfsanız ve üniversite okuduğunuz şehre Covid-19 salgınının başlangıcından sonra ilk defa gidecekseniz, aynı şehir ile karşılaşmayacaksınız. Şehirde bazı önemli değişiklikler fark edeceksiniz. Bu değişiklikler ulaşım ile ilgili olabilir, otobüs-taksi-metro-tramvay kullanım şekilleri ve taksi tarifeleri ile ilgili olabilir. Genel olarak çok fazla resmi işlemle uğraşacaksınız ve sizden durmaksızın HES kodu isteyecekler, ulaşım kartlarınıza HES kodu tanımlamanız gerekecek, orada okurken aşina olduğunuz kimi dükkanlar kapanmış olacak, sevdiğiniz esnafların kimileri gitmiş olacak. Bu değişiklikler sizi biraz şaşırtabilir, üzebilir yahut motivasyonunuzu kırabilir ancak ''yeni normal'' böyle bir şey işte. Yeni eğitim dönemimizde hepinize başarılar diliyorum, hem tuttuğunuz evlerde hem de yerleştiğiniz okullarda umarım çok mutlu olursunuz. 

20 Ocak 2021 Çarşamba

AKŞAM SAĞIRLIĞI

    

Phantom of The Opera, 2019


    Akşama doğru sağırlaşıyor insan. Zor duyuyor sesler karışıyor düşüncülere düşünceler seslere sesler havaya hava geceye... Dümdüz iplik gibi sanrılarımızla kalkıyoruz sabahları, yüz yıkanınca beyaz bir kedi başlıyor oynamaya ipliklerle yumak yumak yumak yumak. ''Salgın sessizliği'' diyorlar salgın gürültülü hep benim başım şişip duruyor anlamadım gitti. Zor mu kolay mı hasta olsan başka iyi olsan başka dert, insan bir türlü tatil yapamıyor ki uykusu hariç. Uyumak en büyük tatil hakikaten ama bazı zamanlar dışında öyle tabii. Bir Rus yazar var adam diyor ki ''Sıkıntılı gecelerde düşler gerçeğe çok yakındır.'' doğru diyor adam. Düşler yakın oluyor epey geceler sıkıntı olunca. 

    Zaman kaçıp gidiveriyor sanki ona da biraz üzülmüyor değilim bazı zamanlar. Gerçi günde birkaç defa aklıma gelir oldu da o da yalnız oturup düşünüp durmaktan hep. 

    Önemli olan acaba dağa taşa kağıda tuvale atmak mı sıkıntıyı diyorum sonra böyle bir şeyin önemle ne ilgisi olduğunu düşünüp kendime de kızıyorum. İnsan kendisini neden yeni müzikleri yeni şehirleri yeni kitapları sevmeye zorlar bilemem. Ben yapıyorum neden yaptığımı da bilmiyorum. Zorla güzellik olur mu hiç ? E olur basbayağı olur yani. Sevebiliyorum bir de böyle kendimi zorlayınca bu bahsettiğim şeyleri. Aklım sırrım ermese de öyle işte. 

    Ya bir de bir şey var insanı çileden çıkarıyor. Zıpkın gibi dinç, atak ve atik iken insanın canı hiçbir şey yapmak istemiyor ama üzerine fil oturmuş gibi olur ya hani ha işte öyle zamanlarda sanki dünyayı kurtarası geliyor. Ne zaman dayak yemiş gibi sersem olsam, uykusuz üzgün yorgun kırgın olsam canım hep böyle bir şeyler yazayım, çalışayım, çıkayım bir yere gideyim çok sonra geleyim istiyor. Ama nerede o kuvvet ? Yok tabi. Güçlüyken yayılıp durmak geliyor içimden. Şimdi de uykusuzum epey bu yazı da böyle bir mahmur halin eseri demek ki. Böyle bir not yani tarihe. Pandemiye değil ama dikkat edelim, tarihe. Ben sevmiyorum o kelimeyi pek ''pandemi pandemi pandemi'' her yerde herkesin birkaç ay önce öğrendiği bir kelime dolanıp duruyor, ben de birkaç ay önce öğrendim yemek masasında otururken babama sormuştum da söyledi. 

    Pek mutsuz gibi duruyor bunları yazan şahıs da aslında öyle değil yani mutsuzluk böyle bir şey değil. Hatta böylesine bir durgunluk sükunet ve mutluluğun işareti diye düşünüyorum.

    Breakbot diye bir DJ var bu aralar onu dinliyorum nasıl hareketli nasıl güzel şarkılar hem de kafa şişirmiyor hiç. Ben çok çekiyorum bu kafamdan kulağımdan ya en ufak gürültü patlasın bir daha moralim düzelmiyor, ne yapalım ? Neyse bakalım konu o değil, hoş konu başka bir şey de değil ama böylesi hepsinden güzel. 

                                          Okuyana, sabredene ve bunların haricine sabırlı ve sağlıklı günler diliyorum.

15 Ekim 2020 Perşembe

CASUS BELLİ NE DEMEKTİR ? YUNANİSTAN - TÜRKİYE GERİLİMİ

    Geçtiğimiz günlerde Yunanistan Hükûmet Sözcüsü Stelios Petsas : ''Meis adası 1947 Paris Antlaşması ile Yunanistan'a geçti. Türkiye bu anlaşmada taraf olmadığı için Türkiye'nin söz hakkı olamaz.Yunanistan casus bellilerle tehdit edildikçe hiçbir Yunan hükûmeti adaların silahsızlaştırılmasını tartışmaya açamaz.'' şeklinde bir açıklamada bulundu (Kaynak : akdenizpolitik). Bu, iki ülke arasındaki gerilim anlamında Yunanistan'ın anlık olarak hangi tavrı takındığını belli eden son derece politik bir açıklama. Cümle okunduğu zaman bir söz öbeği de hemen dikkat çekiyor. 

    ''Casus belli''. Kendim haber sitelerinden ufak çaplı bir kamu yoklaması yapmak maksatlı birkaç yorum okudum. Kimi insanlar casus belli olarak ifade edilen durumu Türkçe okuyup anlamışlar ve gizlice bilgi toplamak isteyen kişinin kim olduğunun ortada olduğu anlamını çıkarmışlar çoğu zaman. İnanır mısınız ? ''Kim olacak tabi ki casus belli.'' şeklinde yorumlar gördüm.

    



    Evet, casus belli demek, aslında casus belli demek değil :) 

    Casus belli, Latince diline ait bir söz öbeği olup dünya genelinde de yine Latince hali ile kabul görmektedir. Savaş durumu, savaş hali, savaş sebebi, savaşın nedeni anlamlarına gelebiliyor lafzi çeviri yapıldığı vakit. Dünya literatüründe ise ülkeler arasında  ''savaş sebebi'' olarak kullanılmakta.
   
    Her zaman hatırlamasak da ülkemiz adına aşinayız casus belli lafına. Daha önce 1995 yılında Türkiye, Yunanistan'ın deniz mili olarak karasularını 6'dan 12'ye çıkarması halinde bunu casus belli sayacağını beyan etmişti. Şimdilerde de Doğu Akdeniz gerginlikleri dolayısıyla bu söz zaman zaman yukarıda verdiğimiz haberde olduğu gibi gündeme gelmekte.
      
    Casus kelimesi İngilizce olarak case kelimesine benziyor, bu da durum kelimesinin karşılığı olarak geçiyor. Buradan pekala hatırlanabilir. Belli ise Latince'de savaş anlamına gelen bellum sözcüğünden türemiş. Akılda kalıcı olması açısından bunu da bilmek yararlı olabilir.

    İyi okumalar diliyorum.

  

TÜRKİYE BİR AN İÇİN BİLE LAİK OLMADI: HAMAS-İSRAİL SAVAŞI, GAZZE VE SEKÜLER TÜRK MİLLİYETÇİLERİ

Türkiye'de inançsız insan yok. Türkiye tek bir saat için bile laik olamadı zira Allah'a tapılmasını istemeyenler kendi tanrılarına t...